Evvel zaman icinde kalbur saman icinde Jenifer adli lisede okuyan bir kiz
varmis. Bu kiz film seyretmeyi pek severmis. Sadece seyretmekle kalmaz
elestirileri de takip edermis. Bir elestirmen gibi film yorumlamayi ogrenmek
icin cok caba sarfedermis. Gunlerden bir gun 16 yasindaki bu kiza bir gazeteden
teklif gelmis. ‘Hadi bize sinemayla ilgili yazilarini gonder.” Kiz da ilk
yazisini gondermis ve yazisi begenilince ‘Sen bize hep yaz.’ denmis, o da
araliksiz 4 sene yazmis. Sonra birden durmus, peki ya sonra ne olmus?
Uzun zaman oldu bilgisayarin basina gecip birseyler yazmayali. (Eskiden olsa kagidi kalemi elime almadigim zamani
derdim ama o gunler geride kaldi artik .) 4 sene “Marmara” gazetesinde sinema
uzerine yazilar yazdiktan sonra uzun bir ara verdim yazı hayatima. Son yazdigim
yazi Haziran 2010’da. Sanki yazarliga kusmustum, icimden birseyler yazmak
gelmiyordu. Itiraf da etmem lazim hayatimda buyuk degisiklikler oldu. Ilk yazim
yayinlandigi zaman lise 2inci siniftaydim. Simdi ise ITU’ den coktan mezun
olmus, Hollanda’ya sevgili esimin yanina yerlesmis, yuksek lisans diplomasini
almakla mesgulum. Her hafta yazi yazdigim zamanlarda da cok yogundum, simdi de
cok yogunum. Ayni tas, ayni hamam aslinda. Degisen tek sey hayatimda onemli bir
yeri olan sinemaya yeteri kadar ilgi veremem. Eskiden hergun en az bir-iki film
seyreden ben, simdi haftada bir film seyredebildigim zaman kendimi sansli
hissediyorum. Ancak son zamanlarda yeni bir durum daha var. Icimde patlamaya
hazir bir bomba var. Seyrettigim onca iyi ve kotu filmleri yorumlayamamak,
dusuncelerimi paylasamamak... Iste bu yuzden bugun tekrar basliyorum yazilarimi
yazmaya. Bu blog sadece benim sinema yazilarimi degil yazmaya ihtiyac duydugum
herseyle ilgili olacak cunku hissediyorum benim birseyler yazmaya, fikirlerimi
ortaya dokmeye ihtiyacim var. Elbette, ben kendimi taniyorum, bu blogda en cok
filmler uzerine yazilarimi bulacaksiniz.
Uzun bir giris oldu ama unutmayin ki uzun zamandır yazmiyorum. Simdi sadede
geliyorum. Ilk yazimda hangi filmden bahsetsem diye dusundum ama acikcası yeni
seyrettigim, vizyona da yeni giren bir filmden bahsetmenin benim icin de sizin
icin de daha heyecan verici olacagina karar verdim. Hayatimda cok buyuk onemi
olan muzik ve sinemayi biraraya getiren bir filmden bahsedecegim. “Inside Llewyn Davis – Sen Sarkilarini Soyle”.
(Film isimlerinin tam ve dogru turkce cevirisinin neden
yapılmadigini hic anlayamayacagim.)
Coen Kardeslerin yazip yonettigi bu film bir muzisyenin muzik hayatinda bir
yer edinebilmek icin verdigi mucadele uzerine kurulu. Basroldeki karakter
Llewyn Davis gercekten yasamis bir muzisyen olmasa da hikayesi gercek
olaylardan esinlenmis. Zaten filmi seyrederken bunun tamamen bir hayal urunu olamayacagini
anliyorsunuz. 1960larin New York’unda daha kalacak bir evi bile olmayan Davis
folk muzik sektorunde tutunmak icin elinde geleni yapmaktadır. Yakin zaman once
beraber muzik yaptigi arkadasi intihar etmis, tek basina cikardigi album de
satmamaktadir. Onun bunun koltugunda kivrilip uyur ve sansini denemek icin
otostop cekerek Chicago’ya bile gider.
Sizin de tahmin edebileceginiz uzere filmin onemli ozelliklerinden biri
muzikleri. Birbirinden guzel folk sarkılarini duyuyoruz film boyunca. Ozellikle
filmin basinda Davis’in barda soyledigi “Hang Me, Oh Hang Me”, “Five Hundred
Miles” ve Chicago’daki bar sahibinin ‘bu para etmez’ dedigi “The Death of Queen Jane” favorilerim. Davis’i
oynayan Oscar Isaac filmdeki nerdeyse butun sarkilari seslendirmis, tabi burada
Isaac‘in gercek hayatta da muzisyen olmasının guzel bir etkisi var. Ayrıca Coen
kardesler Justin Timberlake’e de kucuk bir rol vererek iyi bir karar vermisler
bana kalirsa. Davis’ten farklı daha ‘para kazandıran sarki’ yolunu secmis bir
muzisyeni oynuyor Timberlake. Oyuncu
kadrosundan bahsetmisken “An Education – Ask Dersi” filmiyle kalbime taht kuran
Carey Mulligan’ı da unutmamak gerekir. Hem fizik hem de oyunculuk acısından
bana Natalie Portman’ı anımsatıyor isin dogrusu. (Ne kadar buyuk bir Natalie
Portman hayrani oldugumu bilemezsiniz.) Eger bunun gibi iyi hatta daha da iyi
filmlerde rol almaya devam ederse Oscarli sanatcilar kulvarina girecek gibi
gorunuyor. (Gerci bu aralar Oscar jurisiyle aram hic iyi degil. Bir baska
yazımın da bununla ilgili olacagindan emin olabilirsiniz.)
Simdi gelelim filmin sembolik kismina. Bu 105 dakikalik filmde Llewyn’e zaman
zaman bir kedi eslik ediyor. İlk baslarda onemsiz bir karaktermis gibi gozuken
bu kedi aslında filmin onemli yapı taslarından biri. Bu kedi aslinda Llewyn’nin
surekli pesinden kostugu kariyerini mi sembolize etmektedir? Yoksa zamansızca
ihtihar eden muzisyen arkadasini mi, Llewyn onu arkada bırakıp yoluna devam mi
etmelidir yoksa pesinden mi gitmelidir? Peki ya kedi Llewyn’sa, yolunu
kaybetmis, ne yapacagini bilemeden ordan oraya giden… Bu sorularının cevabı
tabi ki seyircinin kendisinde saklı. Filmin de guzelligi burada ya. Hem
dusundurup hem keyiflendiren hayatın gercekleri uzerine kurulu bir film.
Karakterler cok gercekci, mekan tasarımı cok iyi.
Umudunu kaybetmemek, kimsenin sana guvenmedigi
zamanlarda bile sana kapisini acacak olan birilerinin hep oldugunu gosteren ve
sen herseyin bir bedeli oldugunu hatırlatan (filmin sonuna dikkat!) sıcak bir
film.
Beni baska bir dunyaya goturdu bu film. Umarım seyrettiginiz zaman sizi de
baska seyler uzerine dusunmeye yoneltir.
Jen
No comments:
Post a Comment