Wednesday, February 26, 2014

The Oscar Predictions 2014!!!

The Oscars are coming closer (March 2, Sunday) and I have nearly seen all the films that are nominated. So it’s time to share my predictions. Here it comes,

Best Picture
Will Win: 12 Years a Slave (I have many discussions with my husband, he says Dallas Buyers Club.)
May Win: American Hustle
Should Win: Nebraska

Best Director
Will Win: Alfonso Cuaron
May Win: Steve McQueen
Should Win: Alfonso Cuaron

Best Actor in Leading Role
Will Win: Matthew McConaughey
May Win: Leonardo DiCaprio
Should Win: Matthew McConaughey (Actually all of them should win, because they were extremely successful. Moreover Joaquin Phoenix and Tom Hanks should have been nominated too.)

Best Actress in Leading Role
Will Win: Cate Blanchett
May Win: Amy Adams
Should Win: Cate Blanchett (No words can describe how wonderful she was in the film.)

Best Actor in Supporting Role
Will Win: Jared Leto
May Win: Barkhad Abdi
Should Win: Jared Leto (He is the “Mr Nobody” for me, if he gets an Oscar, he deserves every inch of it.)

Best Actress in Supporting Role
Will Win: Lupita Nyang’o
May Win: Jennifer Lawrence
Should Win: Sally Hawkins (My second favourite from “Blue Jasmine”, these two women make the film so good. Woody Allen and his women, what more can I say.)

Best Original Screenplay
Will Win: Her
May Win: Nebraska
Should Win: Her (Even if nowadays there is a discussion going on that Spike Jonze has stolen someone’s script, it was a very original screenplay.)

Best Adapted Screenplay
Will Win: 12 Years a Slave
May Win: Philomena
Should Win: Philomena

Best Foreign Language Film
Will Win: The Great Beauty
May Win: The Hunt
Should Win: The Great Beauty

Best Original Score
Will Win: Her
May Win: Gravity
Should Win: Philomena

Best Original Song
Will Win: Mandela : Long Walk To Freedom
May Win: Her
Should Win: Mandela : Long Walk To Freedom

For the technical nominations I have some predictions but I can not say which film should win, cause I don’t have that knowledge to really question their judgement.

Achievement in Cinematography
Will Win: Gravity
May Win: Nebraska

Achievement in Costume Design
Will Win: The Great Gatsby
May Win: American Hustle

Achievement in Film Editing
Will Win: Gravity
May Win: American Hustle

Achievement in Makeup and Hairstyling
Will Win: The Lone Ranger
May Win: Dallas Buyers Club

Achievement in Production Design
Will Win: American Hustle
May Win: 12 Years a Slave

Achievement in Sound Editing
Will Win: The Hobbit: The Desolation of Smaug
May Win: Gravity

Achievement in Sound Mixing
Will Win: The Hobbit: The Desolation of Smaug
May Win: Gravity

Achievement in Visual Effects
Will Win: The Hobbit: The Desolation of Smaug
May Win: Gravity

Lastly let’s come to the categories for which I have no idea who will win or who may win but for some of them I have instincts about the winners: Best Documentary (The Act of Killing is the favorite), Best Documentary Short Subject, Best Animated Film (Frozen is the favorite), Best Live Action Short Film and Best Animated Short Film.

On March 2, I will be watching the Oscars ‘live’ with my dear friend. I am sure we will enjoy it a lot and I will keep scores so that I can share with you how many of my predictions will become reality.



Jen

Monday, February 24, 2014

Affetmek

Sevgili anneannem hep der ki: “Biz kimiz ki Tanri bizim butun gunahlarimizi affederken biz diger insanları affetmeyelim.” Her bunu duydugumda bana karsi yapilan haksizliklari affetmenin hiç de o kadar kolay olmadigini dusunurdum. Gecenlerde seyrettigim 2013 yapimi “Philomena” bana anneannemin bu dedigini hatirlatti ve gercekten Tanri’ya inanan dindar bir insanin ne demek oldugunu gosterdi.

Once kisaca filmden bahsedeyim size. Stephen Frears’ın yonettiği “Philomena” bir annenin drami uzerine kurulu. Frears daha once “Dirty Little Things - Kirli Kucuk Seyler”, “The Queen – Kralice” ve “Cheri – Askım” ı yonetmisti. Hep onemli bir konuyu derinlemesine incelemeye calisan yonetmen bu sefer her yonuyle cok incelikle bir film cekmis. “Mrs Henderson Presents – Bayan Hendersen Sunar” filminde birlikte calistigi Judi Dench’i “Philomena”nın basrolune koymus. Daha iyi de bir secim yapamazdi herhalde. Filmin konusuna gelirsek... Kimsesiz Philomena 15 yasındayken Irlanda’da rahibelik egitimi gormektedir. Bir gencle yasadigi tek gecelik bir ilişkiden hamile kalir. Bas rahibe, Philomena gibi gunah işlemiş kizları ayrı bir yerde tutar, butun gun calistirir ve haftada sadece bir gun cocuklarini gormelerine izin verir. Belirli bir sure sonra da zengin Amerikan ailelerine bu cocuklari satar. Boylece kendini Tanri yerine koymus bu kadin, hayatları boyunca acı cekecekleri bir ceza verir bu ‘gunahkar’ kizlara. Philomena oglunun 50. yas gununde artik bu sirri daha fazla icinde saklayamayacagina karar verir ve kizina gecmiste yasadiklarini anlatir. Kizi bu olanlarin gizli kalmamasi icin tesadufen bir davette tanistigi kariyeri alt ust olmus bir gazeteci olan Martinden yardim ister. Boylece Martin ve Philomena yillar once kaybettigi oglunu bulmak uzere zor bir maceraya atilirlar.

Film 95 dakika. Birseyleri anlatmak, vurgulamak icin ( sanki seyirci aptalmis gibi ) illa 3 saate ihtiyac olmadiginin en buyuk kaniti. Gerekli mesaj o kadar net bir sekilde veriliyor ki… Gencligi calinmis bir kadinin o cocuksu halleri, yasadigi butun sancilara ragmen korumayi basardigi sevgi dolu kalbi, iyi niyetliligi… Bir taraftan dinin ve bazı din adamlarinin ne kadar yozlastigini ama bir taraftan da gercekten Tanri’ya inanan insanlarin zihnen ve ruhen ne kadar rahat olduklarini ve oyle bir yasamin da mumkun olabilecegini gosteren bir film. Bu kadar uzucu bir olayı anlatmasına ragmen film sadece sizi aglatmıyor. Olayları acıtasyon yapmadan cok gercekci bir sekilde anlatiyor, yeri geliyor sizi gulduruyor. Abartili sahnelerden kacinip vermek istedigi mesaji en dogal sekilde veriyor. Ayrıca belirtmek isterim film gercek bir hikaye ve gercek hayattaki Philomena hala yasıyor.

“Philomena” belki de en cok benim sevgili anneannemi hatirlattigi icin bu kadar begendim ama herkesin hayatında bir “Philomena” vardir diye dusunuyorum. Bakalim siz seyrederken kimi dusuneceksiniz…


Jen


Friday, February 21, 2014

Merhaba



Evvel zaman icinde kalbur saman icinde Jenifer adli lisede okuyan bir kiz varmis. Bu kiz film seyretmeyi pek severmis. Sadece seyretmekle kalmaz elestirileri de takip edermis. Bir elestirmen gibi film yorumlamayi ogrenmek icin cok caba sarfedermis. Gunlerden bir gun 16 yasindaki bu kiza bir gazeteden teklif gelmis. ‘Hadi bize sinemayla ilgili yazilarini gonder.” Kiz da ilk yazisini gondermis ve yazisi begenilince ‘Sen bize hep yaz.’ denmis, o da araliksiz 4 sene yazmis. Sonra birden durmus, peki ya sonra ne olmus?

Uzun zaman oldu bilgisayarin basina gecip birseyler yazmayali. (Eskiden olsa kagidi kalemi elime almadigim zamani derdim ama o gunler geride kaldi artik .) 4 sene “Marmara” gazetesinde sinema uzerine yazilar yazdiktan sonra uzun bir ara verdim yazı hayatima. Son yazdigim yazi Haziran 2010’da. Sanki yazarliga kusmustum, icimden birseyler yazmak gelmiyordu. Itiraf da etmem lazim hayatimda buyuk degisiklikler oldu. Ilk yazim yayinlandigi zaman lise 2inci siniftaydim. Simdi ise ITU’ den coktan mezun olmus, Hollanda’ya sevgili esimin yanina yerlesmis, yuksek lisans diplomasini almakla mesgulum. Her hafta yazi yazdigim zamanlarda da cok yogundum, simdi de cok yogunum. Ayni tas, ayni hamam aslinda. Degisen tek sey hayatimda onemli bir yeri olan sinemaya yeteri kadar ilgi veremem. Eskiden hergun en az bir-iki film seyreden ben, simdi haftada bir film seyredebildigim zaman kendimi sansli hissediyorum. Ancak son zamanlarda yeni bir durum daha var. Icimde patlamaya hazir bir bomba var. Seyrettigim onca iyi ve kotu filmleri yorumlayamamak, dusuncelerimi paylasamamak... Iste bu yuzden bugun tekrar basliyorum yazilarimi yazmaya. Bu blog sadece benim sinema yazilarimi degil yazmaya ihtiyac duydugum herseyle ilgili olacak cunku hissediyorum benim birseyler yazmaya, fikirlerimi ortaya dokmeye ihtiyacim var. Elbette, ben kendimi taniyorum, bu blogda en cok filmler uzerine yazilarimi bulacaksiniz.  

Uzun bir giris oldu ama unutmayin ki uzun zamandır yazmiyorum. Simdi sadede geliyorum. Ilk yazimda hangi filmden bahsetsem diye dusundum ama acikcası yeni seyrettigim, vizyona da yeni giren bir filmden bahsetmenin benim icin de sizin icin de daha heyecan verici olacagina karar verdim. Hayatimda cok buyuk onemi olan muzik ve sinemayi biraraya getiren bir filmden bahsedecegim.  “Inside Llewyn Davis – Sen Sarkilarini Soyle”. (Film isimlerinin tam ve dogru turkce cevirisinin neden yapılmadigini hic anlayamayacagim.)
Coen Kardeslerin yazip yonettigi bu film bir muzisyenin muzik hayatinda bir yer edinebilmek icin verdigi mucadele uzerine kurulu. Basroldeki karakter Llewyn Davis gercekten yasamis bir muzisyen olmasa da hikayesi gercek olaylardan esinlenmis. Zaten filmi seyrederken bunun tamamen bir hayal urunu olamayacagini anliyorsunuz. 1960larin New York’unda daha kalacak bir evi bile olmayan Davis folk muzik sektorunde tutunmak icin elinde geleni yapmaktadır. Yakin zaman once beraber muzik yaptigi arkadasi intihar etmis, tek basina cikardigi album de satmamaktadir. Onun bunun koltugunda kivrilip uyur ve sansini denemek icin otostop cekerek Chicago’ya bile gider.

Sizin de tahmin edebileceginiz uzere filmin onemli ozelliklerinden biri muzikleri. Birbirinden guzel folk sarkılarini duyuyoruz film boyunca. Ozellikle filmin basinda Davis’in barda soyledigi “Hang Me, Oh Hang Me”, “Five Hundred Miles” ve Chicago’daki bar sahibinin ‘bu para etmez’ dedigi  “The Death of Queen Jane” favorilerim. Davis’i oynayan Oscar Isaac filmdeki nerdeyse butun sarkilari seslendirmis, tabi burada Isaac‘in gercek hayatta da muzisyen olmasının guzel bir etkisi var. Ayrıca Coen kardesler Justin Timberlake’e de kucuk bir rol vererek iyi bir karar vermisler bana kalirsa. Davis’ten farklı daha ‘para kazandıran sarki’ yolunu secmis bir muzisyeni oynuyor Timberlake.  Oyuncu kadrosundan bahsetmisken “An Education – Ask Dersi” filmiyle kalbime taht kuran Carey Mulligan’ı da unutmamak gerekir. Hem fizik hem de oyunculuk acısından bana Natalie Portman’ı anımsatıyor isin dogrusu. (Ne kadar buyuk bir Natalie Portman hayrani oldugumu bilemezsiniz.)  Eger bunun gibi iyi hatta daha da iyi filmlerde rol almaya devam ederse Oscarli sanatcilar kulvarina girecek gibi gorunuyor. (Gerci bu aralar Oscar jurisiyle aram hic iyi degil. Bir baska yazımın da bununla ilgili olacagindan emin olabilirsiniz.)

Simdi gelelim filmin sembolik kismina. Bu 105 dakikalik filmde Llewyn’e zaman zaman bir kedi eslik ediyor. İlk baslarda onemsiz bir karaktermis gibi gozuken bu kedi aslında filmin onemli yapı taslarından biri. Bu kedi aslinda Llewyn’nin surekli pesinden kostugu kariyerini mi sembolize etmektedir? Yoksa zamansızca ihtihar eden muzisyen arkadasini mi, Llewyn onu arkada bırakıp yoluna devam mi etmelidir yoksa pesinden mi gitmelidir? Peki ya kedi Llewyn’sa, yolunu kaybetmis, ne yapacagini bilemeden ordan oraya giden… Bu sorularının cevabı tabi ki seyircinin kendisinde saklı. Filmin de guzelligi burada ya. Hem dusundurup hem keyiflendiren hayatın gercekleri uzerine kurulu bir film. Karakterler cok gercekci, mekan tasarımı cok iyi. 

Umudunu kaybetmemek, kimsenin sana guvenmedigi zamanlarda bile sana kapisini acacak olan birilerinin hep oldugunu gosteren ve sen herseyin bir bedeli oldugunu hatırlatan (filmin sonuna dikkat!) sıcak bir film.
Beni baska bir dunyaya goturdu bu film. Umarım seyrettiginiz zaman sizi de baska seyler uzerine dusunmeye yoneltir.


Jen