Friday, February 21, 2014

Merhaba



Evvel zaman icinde kalbur saman icinde Jenifer adli lisede okuyan bir kiz varmis. Bu kiz film seyretmeyi pek severmis. Sadece seyretmekle kalmaz elestirileri de takip edermis. Bir elestirmen gibi film yorumlamayi ogrenmek icin cok caba sarfedermis. Gunlerden bir gun 16 yasindaki bu kiza bir gazeteden teklif gelmis. ‘Hadi bize sinemayla ilgili yazilarini gonder.” Kiz da ilk yazisini gondermis ve yazisi begenilince ‘Sen bize hep yaz.’ denmis, o da araliksiz 4 sene yazmis. Sonra birden durmus, peki ya sonra ne olmus?

Uzun zaman oldu bilgisayarin basina gecip birseyler yazmayali. (Eskiden olsa kagidi kalemi elime almadigim zamani derdim ama o gunler geride kaldi artik .) 4 sene “Marmara” gazetesinde sinema uzerine yazilar yazdiktan sonra uzun bir ara verdim yazı hayatima. Son yazdigim yazi Haziran 2010’da. Sanki yazarliga kusmustum, icimden birseyler yazmak gelmiyordu. Itiraf da etmem lazim hayatimda buyuk degisiklikler oldu. Ilk yazim yayinlandigi zaman lise 2inci siniftaydim. Simdi ise ITU’ den coktan mezun olmus, Hollanda’ya sevgili esimin yanina yerlesmis, yuksek lisans diplomasini almakla mesgulum. Her hafta yazi yazdigim zamanlarda da cok yogundum, simdi de cok yogunum. Ayni tas, ayni hamam aslinda. Degisen tek sey hayatimda onemli bir yeri olan sinemaya yeteri kadar ilgi veremem. Eskiden hergun en az bir-iki film seyreden ben, simdi haftada bir film seyredebildigim zaman kendimi sansli hissediyorum. Ancak son zamanlarda yeni bir durum daha var. Icimde patlamaya hazir bir bomba var. Seyrettigim onca iyi ve kotu filmleri yorumlayamamak, dusuncelerimi paylasamamak... Iste bu yuzden bugun tekrar basliyorum yazilarimi yazmaya. Bu blog sadece benim sinema yazilarimi degil yazmaya ihtiyac duydugum herseyle ilgili olacak cunku hissediyorum benim birseyler yazmaya, fikirlerimi ortaya dokmeye ihtiyacim var. Elbette, ben kendimi taniyorum, bu blogda en cok filmler uzerine yazilarimi bulacaksiniz.  

Uzun bir giris oldu ama unutmayin ki uzun zamandır yazmiyorum. Simdi sadede geliyorum. Ilk yazimda hangi filmden bahsetsem diye dusundum ama acikcası yeni seyrettigim, vizyona da yeni giren bir filmden bahsetmenin benim icin de sizin icin de daha heyecan verici olacagina karar verdim. Hayatimda cok buyuk onemi olan muzik ve sinemayi biraraya getiren bir filmden bahsedecegim.  “Inside Llewyn Davis – Sen Sarkilarini Soyle”. (Film isimlerinin tam ve dogru turkce cevirisinin neden yapılmadigini hic anlayamayacagim.)
Coen Kardeslerin yazip yonettigi bu film bir muzisyenin muzik hayatinda bir yer edinebilmek icin verdigi mucadele uzerine kurulu. Basroldeki karakter Llewyn Davis gercekten yasamis bir muzisyen olmasa da hikayesi gercek olaylardan esinlenmis. Zaten filmi seyrederken bunun tamamen bir hayal urunu olamayacagini anliyorsunuz. 1960larin New York’unda daha kalacak bir evi bile olmayan Davis folk muzik sektorunde tutunmak icin elinde geleni yapmaktadır. Yakin zaman once beraber muzik yaptigi arkadasi intihar etmis, tek basina cikardigi album de satmamaktadir. Onun bunun koltugunda kivrilip uyur ve sansini denemek icin otostop cekerek Chicago’ya bile gider.

Sizin de tahmin edebileceginiz uzere filmin onemli ozelliklerinden biri muzikleri. Birbirinden guzel folk sarkılarini duyuyoruz film boyunca. Ozellikle filmin basinda Davis’in barda soyledigi “Hang Me, Oh Hang Me”, “Five Hundred Miles” ve Chicago’daki bar sahibinin ‘bu para etmez’ dedigi  “The Death of Queen Jane” favorilerim. Davis’i oynayan Oscar Isaac filmdeki nerdeyse butun sarkilari seslendirmis, tabi burada Isaac‘in gercek hayatta da muzisyen olmasının guzel bir etkisi var. Ayrıca Coen kardesler Justin Timberlake’e de kucuk bir rol vererek iyi bir karar vermisler bana kalirsa. Davis’ten farklı daha ‘para kazandıran sarki’ yolunu secmis bir muzisyeni oynuyor Timberlake.  Oyuncu kadrosundan bahsetmisken “An Education – Ask Dersi” filmiyle kalbime taht kuran Carey Mulligan’ı da unutmamak gerekir. Hem fizik hem de oyunculuk acısından bana Natalie Portman’ı anımsatıyor isin dogrusu. (Ne kadar buyuk bir Natalie Portman hayrani oldugumu bilemezsiniz.)  Eger bunun gibi iyi hatta daha da iyi filmlerde rol almaya devam ederse Oscarli sanatcilar kulvarina girecek gibi gorunuyor. (Gerci bu aralar Oscar jurisiyle aram hic iyi degil. Bir baska yazımın da bununla ilgili olacagindan emin olabilirsiniz.)

Simdi gelelim filmin sembolik kismina. Bu 105 dakikalik filmde Llewyn’e zaman zaman bir kedi eslik ediyor. İlk baslarda onemsiz bir karaktermis gibi gozuken bu kedi aslında filmin onemli yapı taslarından biri. Bu kedi aslinda Llewyn’nin surekli pesinden kostugu kariyerini mi sembolize etmektedir? Yoksa zamansızca ihtihar eden muzisyen arkadasini mi, Llewyn onu arkada bırakıp yoluna devam mi etmelidir yoksa pesinden mi gitmelidir? Peki ya kedi Llewyn’sa, yolunu kaybetmis, ne yapacagini bilemeden ordan oraya giden… Bu sorularının cevabı tabi ki seyircinin kendisinde saklı. Filmin de guzelligi burada ya. Hem dusundurup hem keyiflendiren hayatın gercekleri uzerine kurulu bir film. Karakterler cok gercekci, mekan tasarımı cok iyi. 

Umudunu kaybetmemek, kimsenin sana guvenmedigi zamanlarda bile sana kapisini acacak olan birilerinin hep oldugunu gosteren ve sen herseyin bir bedeli oldugunu hatırlatan (filmin sonuna dikkat!) sıcak bir film.
Beni baska bir dunyaya goturdu bu film. Umarım seyrettiginiz zaman sizi de baska seyler uzerine dusunmeye yoneltir.


Jen

No comments:

Post a Comment